21 Haziran 2012 Perşembe

MALEZYA KUŞLARI

                                GUGUK KUŞU



 Yaklaşık 30 cm boyunda, siyaha çalan külrengi bir kuş olan gugukkuşu, böceklerle beslenir. Dişileri yuva yapmayıp, yumurtalarını başka kuşların yuvalarına bırakırlar; Her dişinin yumurtası, yumurtayı bıraktığı kuşun yuvasındaki yumurtaların rengine göre değişir. Öbür kuş yavrularından önce yumurtadan çıkan yavru gugukuşu, yalnızca kendisi beslenebilsin diye, diğer yumurtaları yuvadan atar.

                              ÇOBAN ALDATAN




  Gök-kuzgunumsular takımından, kısa-geniş gagalı, çok açılan ağızlı, gece böcek avlayan bir kuş. 26 cm boyunda, sivri kanatlı ve uzun kuyruklu olup, baykuş gibi yumuşak tüylüdür. Uçarken kanat sesi duyulmaz. Gündüz dinlenip, geceleri avlanır. “Keçisağan” veya “Gece Kırlangıcı” da denir. Uçarken iyice açılan gagaları ile böcekleri, yapışkan ağızlarında biriktirerek avlanır. Ormanlık bölgelerde yaşar. Gece kelebeğine düşkündür. Ağız çevresinde beslenmeye yardımcı, sıralar halinde dikleşebilen duyarlı kıllar vardır. Bu kıllar yaz geceleri, dolaşan böcekleri yutmaktayardımcı olurlar. Çok fazla böcek avladığından faydalı bir kuştur. Ağaç kabuğu rengindeki beyaz lekeli tüyleriyle çevreye çok rahat uyduğundan, dal veya toprak üstünde dinlenirken fark edilmez. Ayakları küçük ve zayıf olup, yürümede zorluk çeker.
           Genellikle açık alanlarda görülürler. Serçede biraz iridir. Eğer sizi fark etmişse. Kısa bir uçuştan sonra küt diye yere düşer. Sanki yaralıdır. Elinizle yakalama mesafesine kadar bekler. Tam yakalamak üzere olduğunuzda hızla havalanıp 5-6 metre ileri tekrar düşer. Bu uzun süre devam eder. Siz hep yakaladığınızı düşündüğünüzde tekrar havalanır, tekrar düşer. Ve sizin anlam veremediğiniz biran havalanır, bir serçe çevikliğinde uçar gider. Başlangıç noktanızdan artık çok uzaksınızdır.


           Çobanaldatan kuşunun hikayesi şöyledir. Çobanaldatan kuşu kurtla anlaşmıştır. Yavrularını yememesi karşılığında çobanı sürüden uzaklaştıracaktır. Yaralı bir kuşmuş gibi davranarak çobanı sürüden uzaklaştırır.Çoban sürüden yeterli derecede uzaklaştığında yavrularının yanına döner. Tabiî ki kurtta sürüye dalar.   Çoban sürüsünün başına döndüğünde gördüğü manzara karşısında şok olur. Küçücük bir kuşun peşinden giderek sürünün perişan olmasına yol açmıştır. Köyde bunu kimseye anlatamayacağı için intihar eder. Kurt sürüden geriye ne sağlam kalmışsa hepsini öldürür.Çobanaldatan kuşu ise yuvasında, yavrularının yanında, kurdun yavrularını yememesi için yeni çobanlar bekler.Oysa kurt asla çobanaldatan kuşunun yavrularının peşinde değildir. O, çobanı altadacak birilerine ihtiyaç duyar.Çobanın zaaflarını bilir. Acıma duygusunu kullanır. Egosuna yenileceğini, küçücük bir kuşu yakalayamamanın ezikliğiyle peşinden gitme arzusunu kullanır. Egosunun peşinden gideceğini bilir. Bunları kurt yapamaz. Bunu yapacak olan çok küçük, sevimli, yaralı görünümlü bir kuştur.


                                  SAKSAĞAN



          Kargagiller familyasından, Eski ve Yeni Dünyânın fundalık ve bahçelerinde yaşayanuzun kuyruklu bir kuş. Boyu 40-45 cm kadardır. Kuyruğu 25 cm’yi bulur. Yerde sıçrayarak gezer. Uzun kuyruğunu dikerek sağa sola sallar. Tohum, meyve ve hayvânîbesinler yer. Çığırtkan bir sesi vardır. Küçük kuşların yumurta ve yavrularını çalar, yuvalarını bozar. Meyvelere zarar vermekle beraber böcek ve tarla fârelerini de avlar.

           Hırsız bir kuş olarak şöhret yapmıştır. Boncuk, elmas gibi parlak eşyâları kaparak yuvasına götürür. Emniyetli çalılıklar arasında veya yüksek ağaçlarda yuva yapar. Yuvanın üstünü dikenlerden bir çatı ile örter. Yumurtladığı 4-5 yumurtanın üzerine yalnız dişi kuluçkaya yatar. Arkadaş canlısıdır. Yavru iken kolayca evcilleştirilebilir. Islık çalması ve birkaç kelimeyi taklit etmesi öğretilebil
ir



                                  ARDIÇ KUŞU

              20-26 cm uzunlukta, göçücü kuşlardır. Gagaları oldukça uzun, yandan basık ve ön uçları hafifçe kertiklidir. Ömrü: 25 sene kadardır 
Ardıç kuşunun ilk görünmesi baharın müjdecisidir. Sonbaharda güneye doğru göç ederler. İlkbahar başlangıcında tekrar kuzeye dönerler. Saatte 48 km hızla uçar Ağaç üstünde, kovuk ve yarıklarda yuva yapanları olduğu gibi, toprak üstüne kuranları da vardır. Yuvaların üstü açıktır. Her defasında 4-6 adet benekli yumurta yaparlar ve senede iki defa kuluçkaya yatarlar. Kuluçka süreleri 13-14 gündür. Yavruları iki hafta içinde gelişip uçar. Senede 1-2 defa kuluçka olurlar.
Böcek, salyangoz ve kurtçukları yerler. Fakat besinlerinin % 70’i üzüm nevinden tohumlardır. Adını, ardıç tohumuna olan düşkünlüğünden almıştır. Gayet obur olup, üzüm yemeğe de düşkündür. Bağ bozumu zamanı gayet semiz olur. Kolaylıkla avlanan bir kuştur. Eti pek lezzetli ve makbüldür.

                                      MYNAH

            Muhabbet, özellikle Hindistan, Sri Lanka, Afrika ve diğer Güneydoğu Asya ülkeleri bulunan Asya Starling bir türüdür. Bu geveze kuşlar harika, sokulgan kişilikleri vardır ve çok insan sesleri onların eşsiz taklit için sevilirler. Ancak, ne zaman büyük sürüler halinde tam bir karmaşa olacak ve rahatsız edicidirler. Mynahs uysal ve sevimli hayvanlardır.
Mynahs tüm farklı türlerinde, tepesindeki muhabbet nedeniyle olağanüstü kıkırdar tatlı ve yüksek sesle ıslık çalar, çok değerli bir kuştur.

                        

                         AKKUYRUKLU TRAGON





                   Bu göreli olarak büyük tür, 29 santimetre uzunluğunda ve 82 g ağırlığındadır. Trogon'un, yumuşak, çoğunlukla ayırıcı erkek ve dişi kuş tüyü rengarenk tüylüdür. Erkeğin baş ve üst göğsü, mavidir ve sağrıda daha mavi olmak üzere arka yeşildir. Daha aşağı alt parçalar altın sarısıdır. Dişinin kahverengi-gri arkasi, başı ve göğsü vardır. Bu tür görünüşte, Trogon violaceus türüne benzer, ama Trogon violaceus daha küçüktür, ve barlı bir kuyruğu vardır.


                                        TUKAN

Özellikleri: Büyük gagası, güçlü ayakları, kısa ve yuvarlanmış kanatları vardır. Başlıca besinleri meyvelerdir
 Meksika’nın güneyinden Arjantin’in kuzeyine kadar uzanan bölgenin tropik ormanlarında bulunurlar. 37 kadar tukan çeşidi vardır. Boyları 30-60 cm arasında değişir. Bunlar anormal derecede büyük gagaları ile meşhurdur. Gagaları güçlü fakat çok hafiftir. Gaga ve kendileri, kırmızı, sarı, mavi ve siyah renklerle parlak bir görünüm içerisindedirler. Renk bakımından iki cins de birbirine benzer. Bâzılarının gerdanlarında turuncu tüyler vardır. Kadın eşyâsında süs olarak kullanılır. 15 cm uzunlukta ve 5 cm enindeki gaganın iç kenarları kertikli olup, meyveleri ezmeye yarar. Sürü hâlinde bir muz veya portakal bahçesine konarlarsa, kısa zamanda bahçeyi mahvederler. Esas besinleri meyve olmakla berâber, büyük böcekleri, küçük sürüngen ve öbür kuşların yumurta ve yavrularını da yerler.

                                 SÜLÜN




Özelikleri: Tombul vücutlu, yuvarlak kanatlı. Çoğunlukla yerde gezen kuşlar. Eti makbuldür. Çeşitleri: Elliye yakın türü vardır.
Sülüngiller âilesinden, dağlık alanlarda, orman kenarlarında, sık çalılıklar arasında yaşayan eti makbul ve avlanması zevkli bir kuş. Erkekleri çok süslü olup, çoğunlukla başlarında renkli ibikler ve sorguç şeklinde tüyler bulunur. Yanaklarında ve gözlerinin çevresinde tüysüz uzun et parçaları vardır. Gümüş sülünde bu kısım kırmızıdır. Uzunkuyrukları yere doğru yayılır.Sülünler dünyânın en süslü kuşlarındandır. Tüyleri çeşitli mâdenî parıltılı renkli olur. Dişiler daha soluk renkli ve kısa kuyrukludur. Dişiler, yerde çalılıklar, ot ve yaprak kümeleri arasında eştikleri yuvalarda veya yosunlar üzerinde 8-15 yumurta yumurtlarlar. Erkekler çok eşlidir. Ayaklarında keskin ve güçlü mahmuzlar vardır. Ayak ve gagaları güçlü olup, çoğunlukla yerde gezinerek toprağı eşerek tohum, kurtçuk ve böcek ararlar. 


Tehlike ânında gürültülü şekilde havalanarak kısa mesâfelerarasında hızla uçar veya koşarak çalılıklar arasında gizlenirler. Tilki, sırtlan ve insan tabiî düşmanlarıdır. Kirpi ve fâreler de yumurtalarına musallat olurlar. Erkeklerin çoğu 80 cm boyundadır. Bâzılarının iki metreye varan kuyrukları vardır. Kuluçka süresi 25-26 gündür.












Malezya hakkında bu sene ufak bi çalışmam vardı bu sizlerle paylaşmak istedim Malezya  kuşları ilgimi çekmişti ingilizce çevirilerde sorun olabilir onuda kusuruma bakmayın

                           RAMAZAN ÇİFTÇİ 









Dedilerki : GÖZDEN IRAK OLAN GÖNÜLDENDE IRAK OLUR 


Dedim ki : GÖNÜLE GİREN GÖZDEN IRAK OLSADA OLUR

                                                  HZ. MEVLANA






















18 Haziran 2012 Pazartesi

ÇİN SEDDİ


Dünyanın 7 Harikası’ ndan biri olarak adlandırılan Çin Seddi, dünyanın en uzun geçmişe sahip ve en büyük çaplı askeri savunma projesidir. 7 bin kilometreden uzun olan Çin Seddi‘ nin yapım tarihi, M.Ö 9. yüzyıla uzanır. Zamanın Orta Çin krallıkları, kuzeydeki etnik grupların saldırılarını engellemek için, sınırlarda duman işaretlerinin verildiği kule ve kaleleri birbirlerine setlerle bağladılar. Çin Seddi böylece oluşturuldu. Bu, en eski Çin Seddi‘ ydi. Çin tarihindeki İlkbahar ve Sonbahar ile Savaşan Devletler dönemlerinde, krallıklar arasında sürekli savaşlar yaşandı. Büyük devletler birbirlerinden korunmak için, sınırlarındaki dağlara setler inşa ettiler.

M.Ö 221 yılında, Qin hanedanının imparatoru Yinzhen, Çin‘ i birleştirdikten sonra, kuzeyde göçebe yaşam sürdüren ve hayvancılıkla geçinen atlı askerlerin saldırılarını önlemek için, daha önce kralların inşa ettirdikleri setleri birbirine bağladı. O dönemlerde Çin Seddi‘ nin uzunluğu artık 5 bin kilometreyi aşmıştı.

Qin hanedanından sonraki Han hanedanı, Çin Seddi‘ ni 10 bin kilometrenin üzerine çıkarttı. Han hanedanından sonraki 2 bin yılı aşkın süre içinde, her dönemin yöneticilerinin Çin Seddi‘ ni farklı derecelerde inşa ettirmeleriyle Çin Seddi‘ nin uzunluğu 50 bin kilometreyi aştı. Bu uzunluk, ekvatorun çevresinden bile fazladır.  

Şimdi görülen Çin Seddi, Ming hanedanı döneminde (1368-1644) inşa edildi. Çin‘ in batısındaki Gansu eyaletindeki Jiayu Geçidi‘ nden, kuzeydoğusundaki Liaoning eyaletindeki Yalu Nehri’ nin kıyısına kadar uzanan ve uzunluğu 7300 kilometreden fazla olan Çin Seddi, dokuz eyalet, merkeze doğrudan doğruya bağlı şehirler ve özerk bölgelerden geçer. Bir savunma projesi olarak dağ sırtları boyunca inşa edilen Çin Seddi, çöller, otlaklar ve bataklıkları aşar. İnşasının farklı coğrafi özelliklere göre gerçekleştirilmesi, Çin milletinin atalarının zeka yaratıcılığını gösterir. Dalgalanan dağların sırtları boyunca inşa edilen Çin Seddi‘ nin dış tarafında uçurum vardır. Eski çağların askeri koşullarında, saldırganların Çin Seddi‘ nden geçmeleri mümkün değildi.  

Çin Seddi‘ nin duvarlarının çoğunluğu, büyük tuğlalar ve toprak ve küçük taşlarla dolu çuvallardan yapılmıştır. Duvar yüksekliği yaklaşık 10 metre, genişliği 4-5 metre arasındadır. Dört atın yan yana yürüyebildiği bu genişlik, askerlerin hareketlerine, tahıl ve silahların nakliyesine elverişliydi.  

YAPILIŞ AMACI

Çin‘in kuzeybatısı boyunca uzanan, M.Ö. 300′lerde Çin İmparatorluğu tarafından başta Hun (Türk) akınlarını önlemek amacıyla yapılmaya başlanmış olan Çin Seddi, dünyanın en büyük çaplı savunma tasarılarından biri olarak kabul edilmektedir. Büyük çalışmalar sonucu gerçekleştirilen bu savunma tasarısı, ortaya konulduktan sonraki devasa büyüklüğü ve ilginç durumuyla bugün dünyanın yedi harikasından birisi olarak kabul ediliyor. Bu seddin, 7000 km’den daha uzun olduğu söyleniyor. Seddin her yeri yaklaşık 4-6 metre yüksekliğe ve 6-7 metre genişliğe sahip. Duvarların genişliği, at arabalarının geçebilmesine olanak sağlıyor. Ayrıca düzenli aralıklarla okçu delikleri ve siperlikler var. Her 200 metrede bir gözetleme kulesi, 9 kilometrede bir ise fener kulesi bulunuyor. Çin Seddi‘nin duvarlarının çoğu, büyük tuğlalar, toprak ve küçük taşlarla dolu çuvallardan yapılmıştır.  

Yukarıdaki özet bilgilerden anlaşılacağı üzere, bu büyük yapının yapılması çok uzun zaman almıştır. Herkesin kolay kolay girişemeyeceği bu savunma tasarısı, bugün dünyada Çinlilerle özdeşleşmiş ve Çinlilerin ruhlarını yansıtır hâle gelmiştir. Çin Seddi‘nin tamamı bir seferde yapılmamıştır. Çok eski dönemlerde, dağların başına kurulan kuleler, çeşitli saldırılar nedeniyle düşman askerleri içeri girmesin diye birleştirilmişti. Daha Çinlilerin Türklerle savaşmalarından da önce, Çinliler kendi içlerinde savaşıyorlar ve bunları engellemek için çeşitli yollar arıyorlardı. İşte bu kulelerin birleştirilmesi Çinli kralların hoşuna gitmiş olacak ki, bütün kuleleri setler kurarak birbirine bağlamışlar ve çok uzun setler elde etmişlerdir. Onlar için bir “savaş / savunma yöntemi” hâline gelen bu setler, atalarımız olan Hunların saldırılarıyla daha geniş alanlara yayılmış ve böylece 10 bin km’yi geçmiştir.

Çin Seddi’nin bizim için önemli olan yanı, Çinlilerin bu duvarların büyük kısmını Türklerden -yani atalarımız olan Hunlardan- korkarak yapmış olmalarıdır. Bu, biz Türkler için bir “gurur kaynağı” iken, Çinliler için de “utanç abidesi“dir. Çünkü kahramanca savaşıp, Kürşad gibi ölmek her ulusa nasip olmamıştır. Bu durum, bütün dünyaca kabul edilen açık bir konudur. Marifet, Türk gençlerinin damarlarında taşıdığı asil kanın değerini anlayabilmek için bu Çin Seddi’nden gerekli anlamı çıkarabilmeleridir. Yüce Önder‘imizin dediği gibi: “Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” Atalarımızı tanıyabilmek için, işte size binlerce yıl önceyi anımsatabilecek Çin Seddi










AŞKIN BİLİMSEL TANIMI

Genel tanım

Sevginin bir başka belirtisi ise meydana getirdiği fizyolojik değişmelerdir. Aslında bu fizyolojik değişmeler sevginin varlığı konusunda en temel göstergelerdir. Bunların farkedilmesi sevginin fark edilmesinden, tanılanmasından başka bir anlama gelmez. Nitekim İbni Sina'nın bu fizyolojik hareketleri saptayarak Horasan yöresindeki bir gencin kara sevdasını tanıladığı bilinmektedir. Ünlü hekim bu tanılamadan sonra hastanın iyileşmesi için sevdiği kızla evlenmesi gerektiğini öğütlemiştir.

Bilimsel Tanım

Aşkın ve sevginin hormonlarla da ilgili olduğu kanıtlanmıştır. Örneğin, annenin çocuğuna duyduğu karşılıksız, sonsuz sevginin kaynağı doğum sonrası salgılanan hormonlardır. Bu hormonlar yalnız kadınlarda (ve memeli hayvanların dişilerinde) bulunur ve yalnız doğum sonrası salgılanmaya başlar. Ancak aşk olarak tanımlanan ve karşı cinse veya hemcinse duyulan tutkulu sevgide farklı hormonlar görev yapar. "Aşk hormonu" olarak tanımlanabilen tek bir hormon henüz bulunamasa da yapılan çalışmalarda bir deneğe aşık olduğu kişi gösterilince kanında mutluluk hormonu, cinsel istek hormonu, stres hormonu ve adrenalinin arttığı tespit edilmiştir. Aşk olgusunda birden çok hormonun rol oynadığı ve bu hormonların görsel, işitsel veya psikolojik etkilerle salgılandığı öne sürülmüştür.

Türleri



Bu sözcük tüm dillerde ortak olmak üzere bazı insanların birbirlerini tutkuyla sevmesine gönderme yapmaktadır. Ancak, gene başka dillerde olduğu gibi, Türkçe`de de sevgi sözcüğü bilimi, Tanrı'yı, şiiri vb. tutkuyla sevmeye de gönderme yapabilmektedir. Bu bağlamda bilim aşkı, tanrı aşkı, şiir aşkı denebilmektedir. Sözcüğün bu tür kullanımları onun zaman içinde anlam genişlemesine uğramış olduğu konusunda bir belirti olarak değerlendirilebilir.
Bu sözcük ileride belki de taşımakta zorluk çekeceği ölçüde çok anlamla yüklü olacaktır. Belki de şimdiden böylesine anlam yüklü bir duruma gelmiştir. Kavramın uzlaşılabilir bir tanımının bir türlü yapılamaması, belki böyle bir duruma ulaşmış olduğu konusunda bir kanıttır.
Ancak insanlık ölçüsünde eski olan bu tür sözcüklerin anlamca genişlemeleri kaçınılmazdır. Sigmund Freud da sevgi sözcüğü için benzer bir sav ileri sürmektedir. O, sevginin cinsellikten şefkate dek uzanan pek çok sözcüğün işini tek başına gördüğünü söylemektedir. Bunlar arasında doğallıkla sevi sözcüğü de bulunmaktadır. Sevgi sözcüğünün tanımlanmasındaki güçlükler de buradan kaynaklanmaktadır.
Yukarıda değinilen cinslerüstü örnekleri de olabilmekle birlikte sevi denildiğinde daha çok Leyla ile MecnunKerem ile AslıFerhat ile Şirinİnanna ile DumuziRomeo ile Juliet gibi kişilerin birbirlerine kavuşma çabaları anlatılmak istenmektedir. Bu yaklaşımın nedeni belki de halk deyişleri arasında "Kavuşamayınca aşk olur" gibi ünlü bir sözün bulunmasıdır. Ne var ki, bu yaklaşım çok hoş görünmekle birlikte doğruya yaklaşmamaktadır. Aslında kavuşamayınca sevi olmamaktadır, çünkü birbirlerini seven kişilerin geçmişlerinde bakışmayla sınırlı kalsa da en az bir kez kavuşma vardır. Bu da demektir ki, sevinin başlama anı aslında bir çeşit kavuşma anıdır. Bu kavuşmanın şu ya da bu nedenle bir ayrılığa dönüşmesi ise sevgiyi acılı bir duruma getirir ve onun toplumsal bir ilgi konusu olmasını sağlar. Dolayısıyla bir topluluğun bir sevgiyi fark edebilmesi için onun bu acılı aşamaya varması gerekir. Ancak bir noktayı belirtmek gerekir ki, topluluğun bir seviyi fark etmesini sağlayan acılı ayrılık sona erip de bakışmanın ötesindeki kavuşma yaşantısı gerçekleşince sevinin sona ermesi gerekmez (Kavuşamayınca aşk olur sözü aşkı değil, aşkın toplulukça fakedilmesini anlatan bir söz olarak değerlendirilebilir).
Bu bağlamda denebilir ki, sevinin işlevi karşıt cinsler veya aynı cinsten insanlar arasındaki birlikteliği kurmak ve bu birlikteliğin bozulmasını önlemektir. Dolayısıyla yukarıda değinilen bu işlev, birlikteliğin oluşturulması ölçüsünde sürdürülmesini de içerir. Öyleyse sevi varlığını kavuşamama borçlu olan bir tutku değildir; yalnızca kavuşmama durumunda varlığını en çok duyuran bir itici güçtür. Nitekim kavuşamamanın sonuçları dramatik olabilmektedir. Sevdiğine kavuşamamış oldukları için intihar eden kişiler bu dramatik sonuçların nerelere dek uzanabileceği konusunda her yıl bir ipucu sunmaktadır. Sevdiğine kavuşamamış olduğu için intihar eden yüzlerce kişinin varlığına işaret eden istatistikler bu konuda yadsınamaz kanıtlar sunmaktadır.
kaynak: WİKİPEDİA

17 Haziran 2012 Pazar

AŞK'A VE TERK'E DAİR


           




Bazen öyle bir ilişkiye tutulursunuz ki, ne sevebilir, ne terk edebilirsiniz. Kör kütük bağlanmışsınızdır aslında... En güzel yıllarınızın, acı tatlı hatıralarınızın ortağıdır; iç çekişmelerinizin müsebbibi, yazılarınızın ilhamı, sohbetlerinizin konusudur. Göz yaşlarınız da, bilinçaltınızda, kahkahanızdadır. Korkunca saklandığınız bir sığınak, coşunca öptüğünüz bir bayrak... Sevdanız riyasız, çıkarsız, karşılıksızdır. Sınırsız ve nihayetsiz; "Ölmek var, dönmek yok"tur.
Lakin gün gelir anlarsınız; içten içe bir şeylerin kanadığını. Tutkulu sevdaların gizli hançerleri başlar parıldamaya. Şurasından, burasından eleştirmeye koyulursunuz: "Şöyle görünse, öyle demese, değişse biraz ya da eskisi gibi olsa..." Başkalarını örnek göstermeye, "Bak onlar nasıl yaşıyor" demeye başlarsınız. Hem birlikte yaşayıp, hem özgür olmanın yollarını ararsınız. Aşkınızın gözü kör değildir artık, yanlışını görür düzeltmek istersiniz. "Eskiden böyle miydi ya..." diye başlayan sohbetlerde açılır eleştirinin kapısı; açıldıkça, bastırılmış itirazlar yükselir bilinçaltından... Böyle süremeyeceğini bilirsiniz. Değişsin istersiniz. O, sevgisizliğinize yorar bunu... İhanete sayar. Tutkulu ilişkilerde ihanetin bedeli ölümdür. "Ya sev böyle ya da terk et" diye gürler...Bir zamanlar bir gülücüğüyle alacakaranlığı ışıtan o rüya, bir kabusa dönüşür birden... Kapatır gönlünün kapılarını, yasaklar kendini size... Hoyrattır, bakmaz yüzünüze... Zehir akar dilinden, konuşturmaz, suçlar, yargılar mahkum eder. Mühürler dudaklarınızı, yırtar atar yazdıklarınızı, siler sizi defterden... "İyiliğin içindi hepsi, seni sevdiğim için..." dersiniz, dinletemezsiniz.
Ayrılırsanız yaşamayacağınızı bilirsiniz, lakin böyle de sevemezsiniz. İhanetten kırılmıştır kaleminiz; severek, terk edersiniz... "Madem öyle..." nin çağı başlar ondan sonra... Madem ki siz böylesine tutkunken, o hep başkalarını seçmiştir, madem ki kıymetinizi bilmemiştir, o halde "günah sizden gitmistir". Lanet ederek bu karşılıksız aşka, çekip gitmeleri denersiniz. Aşkın göçmenlik çağı başlar böylece... Daha özgür olacağınız limanlara demirlerseniz bir süre... Ne var ki unutamaz, uzaktan uzağa izlersiniz olup biteni... Etrafı bir sürü uğursuzla dolmuş, kurda kuşa yem olmuştur. Deli kanlılar, eli kanlılar, uğruna ölenler, sırtına binenler sarmıştır çevresini... Gurur duyar onlarla, koynunda besler, gözünü oysunlar diye...Uğruna kan dökenleri sever, yoluna gül dökenlerden fazla... "Bana ne...kendi seçimi" diye omuz silkmeye çabalarsınız bir süre...


 Ama sonra... ansızın kulağımıza çalınan bir şarkı ya da kapı aralığından süzülüp gelen bir koku, hatırlatır onu yeniden... Yaban ellerde, başka kollarda ondan bahseder ağlarsınız. Kokusunu özlersiniz; türküsünü söylemeyi, şarkısını dinlemeyi, yemeğini yemeyi, elinden bir kadeh rakı içmeyi... Karşı nehrin kenarından hasret şiirleri haykırırsınız, sular kulağına fısıldasın diye... Dönüp "Seni hala seviyorum" diye bağırmak geçer içinizden... Dönemezsiniz. Göremedikçe bağlanır, uzaklaştıkça yakınlaşırsınız. Anlarsınız ki bir çaresiz aşktır bu, ne onunla olur, ne onsuz... Hem kollarında ölmek, kucağına gömülmek arzusu, hem "Ne olacak sonunda" kuşkusu...
Böyle sevemezsiniz, terk de edemezsiniz.
Sürünür gidersiniz...


 Can Dündar



SENİ ÇOK ÖZLEDİM BİTANEM



BAĞLANMAYACAKSIN



   
 BAĞLANMAYACAKSIN
O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela.
O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle O daha az sever seni,
Senin O’nu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini…
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları…
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
“O benim.” diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin…
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden,
Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın.
Ucundan tutarak…

Can YÜCEL

16 Haziran 2012 Cumartesi

YEDİ UYUYANLAR



Yedi Uyuyanlar, Kur'an'da Ashab-ı Kehf (Eshâb-ı Kehf) adıyla anılan, hem İslam'da hem de Hıristiyanlık’ta var olan bir hikâyedir.

Selçuk-Efes’te bulunan Yedi Uyuyanlar Mağarası her yıl binlerce yerli ve yabancı turisti bu bölgeye çekmektedir.
M.S. 250’li yıllarda Dakyus isimli bir kralın yönettiği putperest bir ülkede 7 genç Hıristiyan olmakla suçlanır.

İnançlarını değiştirmeleri istendiğinde karşı çıkan bu 7 genç ölümle cezalandırılınca dağa kaçarlar ve orada ibadet etmeye başlarlar.

Öldürülme korkusuyla köpekleriyle birlikte bir mağaraya sığınan gençleri bulan kralın adamları, kralın da emriyle mağaranın girişine kalın bir duvar örer.
Burada ölmeleri beklenen gençler derin bir uykuya dalarlar.
İnanışa göre 7 genç bu mağarada 200 sene uyumuştur. Kehf suresinde ise bu süre 300 sene olarak belirtilir.


Ashab-ı Kehf uyandıklarında geçmiş olan zamanında farkında değildir. Uykudan kalkmaları, birbirleriyle konuşmaları ve içlerinden birini şehre göndermeleri Kur'an'da geçer. Bunlar şehre gidip yiyecek getirecek kimsenin (Yemliha’nın) elbise değiştirerek halini kimseye bildirmeden gidip gelmesini uygun görürler.

Yemliha, bunu kabul edip şehre geldiğinde çok değişmiş bir şehir bulur. Farklı yorumları mevcut olan bir hadiseyle bu kişi geçen zamanın farkına varır ve o zamanın hükümdarının yanına götürülür.

İnanca göre bu hükümdar gençlerin dinindendir. Başlarından geçenleri hükümdara anlatır. Daha sonra gidip arkadaşlarına haber verir. Daha sonra tekrar hepsi uykuya dalarlar ve bu uyku zaman dilimi 4 bin yıl civarındadır.

Pek çok versiyonu bulunan bu inanışla ilgili mağaranın sınırları içinde olduğunu iddia eden 33 kentin 4 tanesi ülkemizdedir. (Afşin, Selçuk-Efes, Lice ve Tarsus)

Hıristiyanlar tarafından kabul edilen sürümdeki mağara, Selçuk ilçesindeki Efes antik şehrinin yakınlarındaki Panayır Dağı eteklerinde bulunmaktadır.

Bu mağaranın, üstüne bir kilise yapılmış hali 1927-1928 yılları arasındaki bir kazıda ortaya çıkarılmış, kazı sonucunda 5 ve 6. yüzyıla ait olan mezarlar da bulunmuştur. Yedi Uyuyanlar' a ithaf edilmiş yazıtlar hem mezarlarda hem de kilise duvarlarında bulunmaktadır.

5 Haziran 2012 Salı

Dünya' nın En Tehlikeli 6 Adası


                                    Dünya' nın En Tehlikeli 6 Adası





           Ilha de Queimada Grande Brezilya (Yılan Adası):  Dünyanın en tehlikeli adalarından biri. Üzerindeki yeşil örtünün altında belki de dünyanın en zehirli yaratıkları kol geziyor. Dev anakonda yılanlarının evi olan bu ada Brezilya'da 'Yılan Adası' olarak da anılıyor. 430 bin metrekarelik alanı kaplayan bu tehlikeli ada, Sao Paulo şehri yakınlarına denk düşüyor. Metrekare başına ortalama beş yılanın düştüğü adada dünyanın en zehirli yılanları yaşıyor. Zaman zaman bazı bilim adamlarının çalışma üssü haline gelen adada daha önce de bir balıkçı ölü bulunmuş. Muz toplamaya giden balıkçı aynı anda birden fazla yılanın saldırısından kurtulamadığı için feci bir şekilde can vermiş. 

         Poveglia Adası (Ölüm Adası):  Poveglia, İtalya'da Venedik ve Lido arasında kalan bölgede küçük bir ada parçası. Adanın boyu küçük ama saldığı nam büyük. Adanın tüyler ürperten imajı Roma İmparatorluğu dönemine dayanıyor. Ortaçağ'da binlerce vebalı hastanın bu adada karantinaya alınmasından dolayı adada binlerce ceset bulunuyor. 
Avrupa'daki büyük veba salgınında büyük görev üstlenen bu adada tarih boyunca tamı tamına 160 bin kişi can verdi. Adada yaşayan küçük bir grup insan en son 1380 yılında adayı terk etti ve 1922 yılına kadar ada boş kaldı. 1922 yılında da adaya bir akıl hastanesi inşa edildi. 










Efsanelere göre akıl hastanesinde görev yapan bir doktor hastalarının neredeyse tamamını işkenceyle öldürünce hastane hizmete kapatıldı. Bugün hastanenin sadece kalıntıları ayakta kalabilmiş durumda. Adada adım başı insan kemiklerine ve cesetlere rastlanabiliyor. Ruhların adası Poveglia oldukça tehlikeli tüyler ürpertici.





        Ramree Adası : 
  Birmanya'da (Myanmar) yer alıyor. Adanın yüzölçümü ortalama 1350 kilometrekare. İkinci Dünya Savaşı'nda kanlı savaşlara sahne oldu. 1945 yılında 900 kişilik bir Japon ordusu burada bozguna uğratıldı. 
Çamur yığınları içinde ölen askerlerin ruhlarının hala adada olduğu düşünülüyor. Ada ayrıca sıtma taşıyan sineklerin, zehirli örümceklerin ve diğer öldürücü canlıları ana vatanı. Dev timsahların yer aldığı adada bazı askerlerin timsahlar tarafından parçalandığı ağızdan ağıza geçen efsaneler arasında yer alıyor.




             Izu Adası : Japonya'nın güneyinde yer alan adalar dizisine verilen addır. Adada yüksek oranda sülfür maddesi bulunduğu için insan yaşamına pek olanak tanımıyor. Fakat adada yaşayan da yok değil. Dev volkanik püskürmelere sahne olan adada büyük patlama öncesinde belli sayıda insan yaşıyordu. Bu nüfusun bir kısmı bugün de hala adada ayakta kalmaya çalışıyor. Fakat bugün yüzlerinde gaz maskeleriyle yaşıyorlar. Adada gecenin bir yarısı gaz salınımı alarmları çalabiliyor. Bu sirenler havadaki tehlikeli gaz miktarının arttığını haber veriyor. Zaman zaman bu seviye  ölümcül seviyelere de ulaşabiliyor.





    Pasifik'teki Çöp Adası :

         Tamamen çöplerin meydana getirdiği bir ada olabilir mi? Evet olur! Plastik malzeme bildiğiniz gibi doğada yok olmuyor. Aynı zamanda küçük parçalara da bölünemiyor. Büyük 




Pasifik’teki Çöp Adası (Great Pasific Garbage Patch) çevresel atıkların yüzde 70 ile 80 arası karalardan gelen ve çoğunluğu tüketim sonrası deniz ekosistemine dalgalar ve fırtınalarla sürüklenmiş atıklardan oluşuyor.


                     Fiji Adası : 

        Dünyanın cennet adalarından bir tanesi diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Fiji'nin ilginç bir geçmişi var. Aslında 300 adadan oluşan bu adalar bütününde kökeni yamyam olan insanlar yaşıyor Adada eski dönemlerde özellikle çocuklara ilgi çok büyüktü. Bu nedenle çocuk kaçırma, çocuğa işkence yapma gibi gelenekler bir dönem yaygındı. Şimdilerde turistleri çeken bu tropikal ada geçmişinde derin izler taşıyor. 


Adada 1839 yılında kadın, erkek ve çocuklardan oluşan 20 kişinin cesedi bulunmuştu. Yamyamların bu insanları yemek için öldürdüğü düşünülüyor. 








     
          Güzel olan herşey,neden kötü  olmak zorunda?...
    




               
             FACEBOOK'TA PAYLAŞ